Açlık
- Orkun Yündem
- 1 Tem 2024
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 2 Tem 2024
Solgun ay ışıklarının denizin belli belirsiz serzenişleri üzerine vurduğu ılık bir yaz gününde saatler gece yarısını gösteriyordu, sokak lambalarından yayılan ışığın yerleri kızıl bir renge boyamasıyla adeta semaya yansımış bir manzara, gökyüzünde belirli aralıklarla göz kırpan kırmızı yıldızlarla büyük bir uyum oluşturuyor, denizde yüzen yıldızlar dalgalarla sürüklenmesine rağmen bir türlü kıyıya vuramıyordu. Kıyı şeridinde ise denizi kendisine rehber edinen banklar set hâlinde uzanıyor, bakışların mesafeden dolayı işlevini yitirdiği noktaya kadar geniş perspektifiyle küçülerek uzanıyordu. Otuz metre aralıkla yerleştirilmiş olan bankların her birinin başında, kızıl ışıklarıyla gökyüzünü adeta yoğun kar yağışlı bir havaya çeviren sokak lambaları yer alıyordu. Bu yıldızlı ve açık gökyüzünün altında, gecenin sessizliğine saplanan bir kurşun gibi uzaklardan duyulabilen ince ve keskin bir ses, sokak lambalarının kızıllığı altında sırtlarını banka dayamış, üzerlerindeki eskimiş ve yer yer yamalı ince giysileriyle gece yarısında üşüdükleri titreyişlerinden anlaşılan iki kişiden küçük olanına aitti. Dört-beş yaşlarında olduğu ufak bedeninden anlaşılan küçük bir çocuk, yanında oturan uzun beyaz saçlı adamın kolları yırtılmış kazağını çekiştiriyor, “Dede!” haykırışlarını geceden esirgemiyordu. Yanında oturan dedesi ise titreyen elleriyle ufak torunun siyah saçlarını okşayarak gözlerinden dökülen yaşları silmeye çalışıyor, çocuk ise dedesinin ellerinden güç almış gibi daha yüksek sesle ağlamaya başlıyordu. Yaşlı adam bir süre daha torununu sakinleştirmeye çalıştı ancak çocuğun susmak gibi bir niyeti yoktu, ellerini torunun üzerinden çekti ve beyaz saçlarını geriye atarak düzeltti. Karnı açtı, iki gündür boğazına bir lokma koymamış, parasının yettiği kadarıyla alabildiklerini torununa yedirtmişti. Ne de olsa taze kandı çocuklar, kendisi için yarının garantisi yokken önünde upuzun bir gelecek bulunan torunun elinden geleceğini alamazdı. Lâkin sabah kalan son parasıyla aldığı küçük bir elma, çocuğun açlığını kesebilmiş değildi. Yaşlı adam gücünü topladı ve ayağa kalktı, torununun elinden tutarak kaldırdı ve dizlerinin üstüne çökerek çocuğun yanaklarını iki eli arasına aldı. “Şimdi sana yiyecek bir şeyler bulacağız.” Torunu yaşlı gözlerini dedesine doğru çevirdi ve sakin bir sesle “Ama sen de hiçbir şey yemedin dede!” diye cevapladı. Yaşlı adam bir süre duraksadı, sonrasında kafasını çevirip yanına doğru boş bakışlarla baktı. Evet, doğruydu, kendisi de hiçbir şey yememişti. Gözlerini tekrar torununa çevirdi. “Sen uyurken karnımı doyuruyorum, beni merak etme sen. Ancak koskoca bir fil benim kadar doymuş olabilir.” Torunu bu cevap karşısında dudaklarının yana doğru kıvrılmasına karşı koyamadı. Yaşlı adam torunun yanaklarını hafifçe okşadıktan sonra tekrar doğruldu ve ellerini birbirine vurarak “Şimdi oyun zamanı! Yol boyunca yerdeki kırmızı kaldırım taşlarına basmak yasak!” Çocuk ansızın sevinçle çığlık attı ve koşarak dedesine sarıldı.
Çocuk hoplayıp zıplayarak kırmızı taşlardan kaçmaya çalışıyordu. Dedesi ise bakışlarını çevreye sabitlemiş, bulabileceği bir ekmek kırıntısını dahi gözden kaçırmamaya dikkat ediyordu. Uzun bir süre kıyı şeridi boyunca yürüdüler. Çocuk taşlardan kaçmaya devam ediyor, bazen bağırarak “Ayağımın kenarı değdi sadece, bu sayılmaz ama değil mi, dede?” diye soruyordu. Dedesi ise torununa sevgiyle bakarak kafasını sallıyor, hemen sonrasında bakışlarını tekrardan yola sabitliyordu. Ansızın gözlerini tek bir noktaya çevirdi, ilerideki çöp kutusunun yanında küçük bir ekmek parçası duruyordu. Yaşlı adam, adımlarını yavaşlattı ve kendilerinden başka birilerinin olup olmadığını teyit etmek için telaşlı bakışlarla çevreyi süzdü, çöpten yemek toplarken görülmek istemiyordu. Torununa bakarak ekledi: “Ben bu oyundan sıkıldım. Başka bir oyun oynayalım.” Yaşlı adam gözlerini kaldırdı kendilerine en yakın olan bankı eliyle işaret etti. “Şimdi sen bu banka otur ve ben sana seslenene kadar sakın gözlerini açma. İçinden elliye kadar say.” Torunu sevinç içerisinde dedesine baktı, artık kırmızı taşları önemsemeyerek koşup banka oturdu ve elleriyle gözlerini sımsıkı kapayarak saymaya başladı: “Bir, iki, üç, beş, yedi, on, on üç…” Dedesi buruk bir şekilde gülümsedi, fazla vaktinin olmadığını anladı. Hızlı adımlarla çöpün yanına doğru ilerledi ve ekmek parçasını yerden alıp eliyle tozunu aldırdı. Yenemeyecek kadar kirli değildi, ekmeği cebine koydu. “Kırk bir, kırk üç, kırk yedi…” Çocuk son sayıyı zıplayarak ve bağırarak söyledi. “ELLİ!” Dedesi önünde dikiliyordu. “Ben sana böyle mi öğrettim saymayı?” Çocuk gülümsedi. “Karanlıkta korktum dede, hızlı gel diye atlayarak saydım!” Dedesi, torununa bir kez daha sevgiyle baktı, ardından cebinden çıkardığı ekmek parçasını çocuğa uzattı. Çocuk reddetti. “Bu sefer de sen ye dede!” Dedesi boş elini öbür cebinden çıkardı. “Benim de ekmeğim var!” Ardından sıkıca kapattığı elini ağzına götürdü ve çenesini yemek yermiş gibi oynatarak havayı çiğnedi. “Ben bitirdim, sıra sende!” Çocuk biraz şüphelenmiş gibi olsa da dedesinin gülümseyen yüzüne karşı koymadı ve ekmekten bir ısırık aldı. Koşarak dedesine sarıldı.
Çocuk küçük ısırıklarla ekmeği yavaş yavaş yiyip bitirmişti. Bankta oturan dedesinin kucağına kafasını koydu, uykusu gelmişti. Yaşlı adam torununun başını okşayarak alçak sesle şarkı söyledi. Çocuk kısa sürede uykuya dalmıştı. Yaşlı adam geriye doğru yaslandı ve kapanmakta olan gözlerine karşı koymaya çalıştı. Uyumamalıydı, torununun başına gelebilecek tehlikelere karşı gece boyunca nöbet tutmalıydı.
Orkun Yündem
Comments